Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Hakkı Musa ile gerçekleştirdiğimiz özel röportajı ilginize sunuyoruz.

Röportaj: Serhat Şabap

İsmail Hakkı Musa Kimdir?

1987 yılında Nancy II Üniversitesi Hukuk, İktisat ve İşletme Fakültesi Siyasi İktisat Bölümü’nden mezun oldu. 1988 yılında Nancy II Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı. 2001-2008 yıllarında ise aynı üniversitede Kamu Hukuku/Topluluk Hukuku alanında doktora yaptı  Dışişleri Bakanlığı’nda çeşitli görevler üstlendi. 8 Ocak 2004-29 Eylül 2005 tarihleri arasında Kazan başkonsolosu, 15 Ekim 2007-12 Eylül 2009 tarihleri arasında Lyon başkonsolosu, 15 Eylül 2009 - 30 Ekim 2011 tarihlerinde Dışişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanı, 1 Kasım 2011-15 Ekim 2012 tarihlerinde Brüksel büyükelçisi olarak görev yaptı, 2012 yılında MİT müsteşar yardımcılığına atandı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın seçimlerde aday olmak için istifa etmesi üzerine 10 Şubat 2015 tarihinde MİT Müsteşarlığı’na vekaleten atandı. Bu görevini 10 Mart 2015 tarihine kadar sürdürdü. 11 Kasım 2016 - 13 Mart 2021 tarihlerinde Paris büyükelçisi olarak görev yaptı.  Evli ve iki çocuk sahibi olup, Fransızca ve İngilizce bilmektedir.

Sayın Büyükelçim öncelikle hoş geldiniz, SDE Akademi ve YTB paydaşlığında yürütülen ‘Uluslararası Diplomasi Okulu’nun bu haftaki konuşmacısı olarak program hakkında neler söylemek istersiniz?

Öncelikle SDE’yi gerçekleştirmiş olduğu kapsamlı faaliyetlerden ötürü tebrik etmek istiyorum. Özellikle YTB ile gerçekleştirmiş olduğunuz program bu alandaki büyük eksikliği gideriyor. Ülkemize gelen uluslararası öğrenciler ile ilgilenmek ve onların beklentilerin karşılayabilmek oldukça önemli. Program özelinde değerlendirilmesi gereken belki de en önemli husus ‘diplomasiye’ dair sergilenen çok yönlü yaklaşım.

Çok farklı kültürlerden başarılı öğrencilerin burada teorik bilgilerinin pratik bir zeminde deneyimleyebilmesi oldukça önemli bir husus. Bu tür pratik deneyimler ve uygulama alanları teorinin kör noktalarını ortadan kaldırarak karşılıklı bir etkileşim sağlıyor olması projeyi anlam kazandıran önemli bir unsurdur.

Sayın Musa, ‘Değişen Küresel Dinamikler’ son zamanlar da oldukça tartışılan bir yaklaşım. Uluslararası sistemin mevcut krizler karşısında yeteriz kaldığı hususunda ki kanaatleri nasıl değerlendirirsiniz?

Şimdi öncelikle dünyanın çok büyük bir krizin içerinde olduğunu ve bu krizlerin birbirlerini tetiklediğini en başta ifade etmemiz gerekiyor. Uluslararası sistemin ise mevcut krizlere çözüm olmadığı ise üzücü bir hakikat olarak tezahür etmekte.

Covid-19’un bizleri yüzleştirdiği bazı gerçekler var, dayanışma olgusu, iş birlikleri, sağlık sistemi, paydaşlık/ortaklık, küresel ticaret, sağlık/güvenlik ilişkisi gibi birçok noktada yeni deneyimler elde edildi. Bu süreçte BM, AB, DSÖ, gibi kuruluşların yetersiz kaldığını gözlemledik. Doğal olarak sistemdeki çatırdamanın bilincindeki aktörler de alternatif yaklaşımlar sunuyor. Sistemi sorgulatan dinamikleri de tespit edip doğru bir değerlendirmeye tabi tutarak yeni bir vizyonu ortaya koymalı ve Türkiye olarak da bu noktada ki öncü rolümüzü daha ileri bir noktaya taşımamızın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Sizce sistemdeki değişimi tetikleyen faktörler neler?

Bir defa ‘Yükselen Asya’ yani Çin’in ve Hindistan’ın artan etkinliği sistemi etkiliyor. Bunun yanı sıra terörizmin küreselleşmesi, iklim değişikliği, bölgesel çatışmalar, tehlikeli bir noktaya gelen ırkçılığın olduğunu söyleyebiliriz.

Burada özel olarak üzerinde durmanız gereken husus ise iklim değişikliği. Çevrenin tahribatı, içilebilir su kaynaklarının her geçen gün azalması, atıkların tahliyesindeki problemler, karbon salınımı gibi diğer birçok alt başlıkta dolaylı olarak iklim değişikliğini tetiklemekte. İlerleyen dönemler de iklim kaynaklı göçlerin ve çatışmaların artacağını ön görebiliriz.

Aslında iklim değişikliğini ve etkilerini artık gündelik yaşantımızın içerisinde rahatlıkla gözlemeyebiliyoruz. Bu nokta da dikkat çekmek istediğim bir husus var. ‘AB Yeşil Mutabakatı’, sizlerin de bildiği üzere karbon salınımının azalımı ve yaşanılır bir dünya motivasyonu çerçevesinde ilgili devletlerin bir araya gelerek oluşturdukları bir mutabakat. Mutabakat kapsamında devletlerin sektörel bazda gerçekleştirmek durumunda oldukları bazı hedefler var. Bu hedeflerin gerçekleşmemesi durumunda ise ‘sınırda karbon vergisinin’ uygulanacağı ifade edildi. Bu mutabakat kapsamında AB’nin Türkiye üzerinde bir siyasi güç olarak kullanabilme ihtimali için ne düşünüyorsunuz ve tartışılan bir konu olarak Türkiye’nin Paris İklim anlaşmasına taraf olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İklim konusu mevcut konjonktürde ‘insan haklarına’ benzetebiliriz, her ikisi sorunda ‘araçsallaştırılarak’ özünden saptırılıyor. İklim değişikliğine yönelik oluşacak olan duyarlılıktan yola çıkarak siyasi bir zeminde bir baskı unsuru olarak kullanıldığını/kullanılacağını ise ifade edebiliriz.

Bu noktada doğaya asıl zararı veren devletlerin, mutabakat kapsamında beklenen masraflara yönelik adil bir yaklaşım sergilemesi gerektiğine dikkat çekmek istiyorum. Türkiye’ye adil olmayan bir yük yükleme gayreti içerisindeler. Türkiye sanayisi, henüz kendi devrimini dahi tamamlamamış bir durumdayken kendi sanayi devrimlerini gerçekleştirilen ülkeler kadar sorumluluk almasını kimse beklememeli. Nitekim doğaya yönelik en büyük tahribatı şu anda Çin’in vermesine rağmen Türkiye’ye yüklendiği kadar bir güçlük ile karşılaşmaması bu sistemin adaletsizliğini göstermektedir.

Çevresel duyarlılığı esas alacaksak şayet, bu noktada her birimizin hassasiyetleri var. Ama çevre duyarlılık adı altında küresel sistemin çarkları altında ezilmemiz gerekiyor ve bu konunu altını kırmızı çizgiler çizmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu noktada Türkiye kamuoyu olarak romantizmden kaçınmalı ve rasyonel bir perspektif ile dönüşüm yolunda adım atmamızı önemli bulduğumu da belirtmeliyim.

Değerlendirmeleriniz için teşekkür ederiz, Sayın Büyükelçim, peki gerek ilgili program için gerekse Enstitümüzün gelecekteki organizasyonlarına yönelik önerileriniz var mı?

İlgili program özelinde dikkat edilebilecek bir husus var aslında. 40 Ülkeden 62 katılımcının ağırlandığı bu tür programlarda hoşgörü zemininde buluşulması önemli. Zaten sizlerin de hâlihazırda çok verimli bir sistem işlettiğini bizatihi gözlemledim.

İlerleyen döneme yönelik ise SDE gibi Türkiye’nin öncü enstitülerinden biri olan kuruluşun yüksek lisans ve doktora eğitim programları düzenlemesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Avrupa’da bu tür kuruluşların çokça örnekleri mevcut. 

Nezaketiniz ve ilginiz için teşekkür ederiz.