Numan HAZAR
(E) Büyükelçi
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen hemen tüm devletler üzerindeki olumsuz etkileri takip eden süreçte insan haklarına dair belgelerin (anlaşma, konvansiyon, sözleşme, vb.) ve örgütlerin sayısını kat be kat arttırmıştır. Devletlerarasındaki bu belgelerin ve örgütlerin giderek artmasıyla birlikte insan haklarına dair konular da giderek önem kazanmaya başlamıştır. Ancak, Soğuk Savaş döneminin dayatmış olduğu statükocu politikalardan ötürü devletler, bilhassa dış politika yapım süreçlerinde insan hakları ihlallerine önem ver(e)memişlerdir. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin tarihteki yerini almasıyla birlikte insan haklarına dair politikalarını gözden geçirmeye başlayan devletler, bu sefer de Soğuk Savaş zihniyetinin de etkisiyle ulusal çıkarlarını her konunun üzerinde tutmaya devam ederek diğer devletlerdeki insan hakları ihlallerini görmezden gelmişlerdir. Ancak, 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) düzenlenen terörist saldırılarla birlikte bir ülkedeki insan hakları sorunlarına değinerek eleştiride bulunmanın, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan “iç işlerine karışmama” ilkesini ihlal etmediği anlayışı giderek egemen olmaya başlamıştır.
• İspanya’nın tarihte Amerika kıtasında yaptığı soykırımlar ve bu soykırımlar sonrasında Afrika’dan getirdiği köleler;
• Almanya’nın Reform döneminden itibaren Yahudilere karşı uyguladığı insan hakları ihlalleri;
• İngiltere’nin tarihte Çin ile girdiği Afyon Savaşı’ndaki zorbalıkları;
• Fransa’nın Cezayir’de yaptığı soykırım;
• Çin’in Tiananmen Meydanı’nda 1989 yılında gerçekleşen isyanı bastırmadaki yöntemi ve hâlihazırda gerek Tibet gerekse Doğu Türkistan’da insan haklarını hiçe sayması;
• Rusya’nın hâlihazırda iç politika sorunu olarak gördüğü Çeçen meselesindeki insan hakları ihlalleri;
• ABD’nin Irak’ta Abu Ghraib Hapishanesi’nde yaptığı insan hakları ihlalleri ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerindeki insan haklarını hiçe sayarak bu ülkeleri stratejik müttefik konumunda görmesi.
Afrika’nın doğal kaynaklar açısından zengin olduğunun ayırdına varan ve sanayi devriminden sonra kıtanın zengin hammadde kaynaklarına göz diken Avrupalılar, din duygularını da istismar yoluna girerek misyoner faaliyetlerine öncelik vermişlerdir. Bu sömürü yöntemini en güzel ifade eden Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta’nın şu sözleridir: “Misyonerler Afrika’ya geldiğinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda bizim İncilimiz onların toprakları vardı.” Afrika’ya uygarlaştırma misyonu ile giden Fransa dâhil tüm sömürgeci ülkelerin Afrika kıtasının ekonomik ve sosyal kalkınması için, kendi çıkarları dışında, herhangi bir katkıda bulunmadıkları da bilinmektedir. Nitekim sömürgeci devletler Afrika’nın hammadde kaynaklarından kendileri açısından yararlanmışlar, gereksinme duydukları için büyük savaşlar sırasında Afrikalıları silah altına alıp Avrupa’da veya başka yerlerde cepheye sürmüşlerdir. Bu durum yoksul kıtanın zengin Avrupa’nın gelişmesine ve refahına katkısı olarak değerlendirilmiştir. Bunun tersi doğru değildir. Günümüzde de aynı durumun sürdüğü kuşkusuzdur. Tüm bu gerçeklere karşın Osmanlı Devletini parçalamak için her türlü yola başvuran zamanın büyük emperyalist devletleri İngiltere, Fransa, Rusya ve daha sonra Amerika Birleşik Devletlerinin Osmanlı Devletinde yaşayan Ermeni azınlığının bağımsız bir devlet kurması için oyunlara başvurduğunu anımsamak gerekmektedir. Ermenilerin yaşadığı Doğu Anadolu’daki Altı Vilayette ve Kilikya’da, halkın çoğunluğunu Müslüman Türklerin oluşturmasına karşın, Ermeniler sırf Hıristiyan oldukları için ve yaşadıkları bölgelerde çoğunluk olmadıkları halde, Osmanlı Devletini parçalayarak bir Ermeni Devleti kurmak isteyen söz konusu devletler bilindiği üzere daha sonra, evvelce kışkırttıkları Ermenileri yüz üstü bırakmışlardır. Bu kapsamda söz konusu devletlerin ve Ermenilerin ibret alacakları gerçek de bağımsız Ermenistan Cumhuriyeti’nin Birinci Dünya Savaşının sonlarında Osmanlı Devleti’nin çabalarıyla kurulmuş ve İstanbul Hükümeti tarafından tanınmış olmasıdır.
Güney Batı Afrika’da yalnızca 25 bin Alman var iken, yerli nüfusun sayısı tam olarak bilinmemekteydi. Zira nüfusun saptanması yoluna başvurulmamıştı. Sömürge yönetimi için sığırların sayısı daha önemliydi. Ancak halkın %75’ini Herero ve Nama halkı oluşturuyordu. Yirminci yüzyılda ilk soykırım deneyimi Güney Batı Afrika’da olmuştur. Prof. Joseph B. Diescho, Almanların 65.000 Herero ve 10 bin Nama halkını öldürdüğünü açıklamıştır. Sağ kalan halktan da yakalananlar, tuzağa düşürülenler kadın, çocuk demeden ağaçlara asılmışlardır.49 Güney Batı Afrika daha sonra Birleşmiş Milletler çerçevesinde oluşturulan ve Türkiye’nin de üye olduğu Namibya Komisyonu aracılığı ile bağımsızlığa hazırlanmış ve ülke 1990 yılında Namibya adı altında bağımsız olmuştur. Sudan üzerinde oynanan oyunların da ibret alınması gereken bir örnek teşkil ettiği kuşkusuzdur. Güney Sudan’ın ayrılmasından önce 2,6 milyon kilometre kare yüzölçümüne sahip olan bu büyük ülkenin her açıdan tüm Afrika kıtasının küçük bir kopyası (replica) olduğu bilinmektedir. Sudan’ın doğal kaynaklar bakımından çok zengin olduğu belirlendikten sonra ülke üzerinde oynanan oyunlarda artış gözlemlenmiştir. Sudan’da Çin petrol bulmuş ve ülkesine ithal etmeye başlamıştır. Fransa ve Kanada da altın bulunca Sudan’ın ekonomik durumunda ciddi bir iyileşme kaydedilmiştir. Ancak Çin’in Sudan’daki etkisi Batı’da ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. Bu gelişmenin sonucu olarak da Güney Sudan’daki Hıristiyan ayrılıkçı harekete yoğun destek verilmiştir. Ayrıca Sudan’ın uluslararası İslami terör hareketlerine destek verdiği iddiaları da ABD ve Batı’nın bu ülkeye yönelik olarak olumsuz bir politika benimsemesine yol açmıştır. Sonuçta Güney Sudan halk oylaması ile bağımsızlık kararı almış ve 2011 yılında bağımsızlığını kazanarak Birleşmiş Milletler Teşkilatının üyesi olmuştur. Bu konuda Sudan’ın büyük hatası ayrılıkçı harekete, zamanında, uluslararası hukuk kapsamında savaşan taraf (belligerent) statüsü tanıması olmuştur. Uluslararası Kızılhaç/Kızılay örgütünün de PKK terörist hareketine savaşan taraf statüsü tanınması konusunda Türkiye’ye telkinde bulunmuş olduğu anımsanınca oynanan oyunun niteliği daha iyi anlaşılabilir. Yine Batı, Doğu Timor’da sırf halkı Hıristiyan olduğu için ayrılıkçı harekete destek vermiş ve Doğu Timor Endonezya’dan koparılarak bağımsızlığını kazanmış ve BM üyesi olmuştur. Batı’nın Müslüman oldukları için Kıbrıs Türklerine yönelik olarak benzeri bir yaklaşımda bulunmaktan kaçınması gerçekten ibret vericidir.
1975 yılında bağımsızlığına kavuşan Angola’da çeşitli siyasal eğilimlere sahip grupların çatışması ile iç savaş başlamıştır. Zengin petrol kaynaklarına sahip olan Angola’da iç savaş, ABD ve Batı ülkeleri ile SSCB’nin savaşan farklı gruplara destek vererek karışması sonucunda, yıllar boyu (27 yıl) sürmüştür. SSCB sol eğilimli taraflara destek olmak üzere Küba silahlı kuvvetlerini soruna dâhil etmek suretiyle müdahale etmiştir. İç savaş 500 bin insanın ölümüne ve binlerce insanın göçüne sebep olmuştur. Batılı emperyalist devletlerin Afrika’daki oyunlarının, çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine yol açan soykırım ve insanlığa karşı suç eylemlerinin ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir. Bu ülkelerin adeta kendi yaptıklarını örtbas etmek için Türkiye’ye yönelik olarak kendi parlamentolarında Ermenilerin iddialarına destek vererek, gerçekte olmayan, sözde bir “soykırımı” kabul eden karar tasarıları kabul etmeleri gerçekten düşündürücüdür. Parlamentolarında söz konusu karar tasarılarını kabul eden 31 ülkenin (Suriye dışında) Hıristiyan ülkeler olması dikkati çekmektedir.
Suriye’nin tutumu son dönemde Türkiye ile bu ülke yönetimi arasında beliren sorunlardan kaynaklanmıştır. Ancak, Ermeni konusunu tarihsel süreç içerisinde kendi çıkarları doğrultusunda devamlı surette istismar etmiş olan Batılı ve Hıristiyan ülkelerin, gerçekte olmayan, “bir soykırım’’ iddiasına destek vermeleri ve bu suretle uygarlıklar arasında bir çatışma olduğu görüntüsünü yaratmaları kuşkusuz ibret alınması gereken bir durumdur.