M. Fatih SEZGİN

Asabiyet, aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilebilir. Terim olarak asabe, "baba tarafından kan bağı bulunan akrabaların meydana getirdiği topluluk" demektir. Asabeden türeyen asabiyet ise, kişinin özellikle baba tarafından akrabasını (asabe) yardıma çağırması neticesinde, onların ister haklı ister haksız olsun, rekabet ettiği kişi ve gruplara karşı çağrı sahibiyle birlikte hareket etmesidir.[1] Asabiyetten maksat olan korunma ve kuvvetle üstün gelme an­cak nesep ve kardeşlik vasıtasıyla elde edilir.[2] Asabiyet, aynı nesepten gelen kimseler arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve tehlikelere karşı ken­dini korumak için biyolojik bağlardan doğan, daha sonraları inanç birliğine dönüşerek, devletin kurulmasında rol oynayan soyut bir kav­ramdır." Bazı tanımları yukarıda belirtilen "asabiyet" kavramı daha da geniş anlamları içermektedir. Asabiyete özetle kişileri birbirine bağlayan ne­sep birliği veya manevi güç de diyebiliriz.

Cemiyetlerin devlet haline gelebilmeleri ancak asabiyetle olur. Hiçbir cemiyet asabiyetini oluşturmadan devlet kuramaz.[3] Grup bilinci, takım ruhu veya dayanışma anlamlarına gelen “asabiyet” kavramıyla İbn Haldun, genel anlamda kan bağını, taraftarlığı ya da akrabalığı kastetmektedir. Ona göre kan bağı insanları bir araya getiren ilk ve temel bağlantıdır. Bu bağın oluşturduğu basit insan topluluklarına en iyi örnek ise bedeviler/göçebelerdir. Bu bağlamda asabiyet en güçlü haliyle göçebe topluluklarda bulunur ve onları bir arada tutan temel güçtür. Ancak bu, şehir yaşamına geçmiş yerleşik toplumlarda asabiyetin olmadığı anlamına gelmemektedir. Çünkü insan, doğası gereği ancak topluluk arasında sosyal bir varlık olabilir.

Asabiyetin şehirde aldığı form, göçebe toplumlarınkinden farklı ve daha zayıf olsa da insanları doğal olarak gruplar altında toplayan dinamik, “asabiyet” olarak tanımlanmaktadır.[4] İ. Haldun’a göre her devletin tabii bir yaşama ömrü vardır. Bü­tün devletler, bu belirlenmiş süreyi yaşadıktan sonra mutlaka yıkıla­caklardır. Bu süreyi ortalama 120 yıl olarak belirtmektedir. Bazı devletler bu sürenin üstünde veya aşağısında yıkılabilirler.

"Şüphe yok ki Allah emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hük­metmenizi emrediyor. Gerçekten de Allah size ne gü­zel öğütler vermektedir. Şüphesiz Allah her şeyi duyar, görür. Ey iman edenler! Allah’a, Peygambere ve içi­nizden emredecek kudret ve liyakate sahip olanlara (ul-ül-emr) itaat edin. Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bir şeyde ihtilâfa düşünce o hususta Al­lah’a ve Peygambere müracaat edin; bu hareket, hem hayırlıdır, hem de sonu pek güzeldir.” (Nisa Suresi, A: 58-59)

İslam öncesi Arap toplumu, çöl hayatının ortaya çıkardığı bir sosyal model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Devletin sürekliliği de asabiyete bağlıdır. İ. Haldun, devletin kurulmasında asabiyetten başka hiçbir güç tanımıyor. İ. Haldun’a göre: "...devlet, ancak asabiyetin kuvvet ve kudretiyle kurula­bilir."[5], "... Devlet kurmak için gereken kuvvet ve üstünlük ancak asabiyet ile mümkündür”. Asabiyetsiz hiçbir devlet kurulamaz, devlet kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerekir. Bu ise asa­biyetin kendisidir. Asabiyet, önce akrabalık bağları çerçevesinde oluşur, sonra ge­nişleyerek akrabalığı aşar. Genişlemesi sür­dükçe inanç birliğine dönüşür. Bu noktaya ulaşan asabiyet, ne biyo­lojik bağlardan ibaret olan akrabalık ne de bir kabile düşüncesidir. Yukardaki aşamalardan geçen asabiyet, evrensel boyutlara ulaşır. Biz bu evrenselliğe ’din birliği’ diyebiliriz. Bu, asabiyetin hem en ge­niş hem de en ideal halidir. Devletlerin kuruluşunu asabiyet ile açıklayan İ. Haldun, asabiye­ti "değişken bir güç olarak" benimsemiştir. Asabiyetin do­ğuş anındaki yapısı ile bozuluş anındaki yapısı çok farklıdır.[6] Uruğların geçirdikleri devrelere göre asabiyet de değişik boyutlar kazanır. Önceleri bir yöreye, bir bölgeye özgü olan asabiyet, geliştikten sonra evrensel bir sorumluluğu yüklenir. Arap coğrafyasında basit aile ile hayat imkanı bulunmadığından küçük aileler bir araya gelmek zorunda kalmışlar, bunu da ancak kan bağına dayalı kabile veya aşiret denilen birlikler meydana getirerek sağlayabilmişlerdir. Yarımadanın ortasındaki arazinin genişliği, tabiatın sertliği, ulaşımın zorluğu ve bedeviliğin yaygınlığı birleşik bir devletin ortaya çıkmasını ve hakiki bir politik sistemi engellemiştir. Bir devlet organizasyonundan mahrum olan bölgelerde insanlar güvenli bir yaşam sürmek için doğal bir koruma ortamına ihtiyaç duymuşlar, bu da daha çok kan bağıyla kurulan kabile asabiyetini ortaya çıkarmıştır.

Günümüzde İslam toplumları, asabiyet duygularından ötürü, varlıklarını tehdit edecek boyutta derin krizlerle yüz yüzedir. İslam coğrafyasını kapalı kapılar arkasından dizayn eden emperyalist güçler, ümmet ve millet kavramlarıyla bölgeyi terör, çatışma ve kaos ortamlarına sürükleyerek asabiyenin zayıflamasına sebep olmuşlardır. İ. Haldun’a göre asabiyetin nevileri arasında; 1) Nesep, Şecere (Soy) Asabiyeti, 2) Hükümdarın kendi uruğuna sırt çevirmesi, 3) Vicdanları kaynaştıran inanç birliğinin bozulması vardır. Yani asabiyesi güçlü olan devletlerin zamanla asabiyelerinin azalması sonucu güç kaybetmeye başladığını belirtir. Bireylerin inançlarının zedelenmesi, hurafe, safsata ve nifak karşısında hak ile batılı ayıramamalarına neden olur, bu durumda ise asabiyet zarar görür. Zira asabiyetin kaynağına batıl düşünceler girmiştir. Kaynağı yara alan asabiyet ise devleti sarsar, onun gelişmesine engel olur. Asabiyetin bozulması sonucu, uruğun bireyleri arasında tembel­lik, miskinlik, egoistlik gibi kötülükler yayılmaya başlar. Üstelik bu kötülükler, devletin bir takım kurumlarını da bulaşmış ve bireylerin üze­rine bir karabulut gibi çökmüşse, uruğu bu girdaptan, alınacak hiçbir tedbir kurtaramaz. Zira asabiyeti kuvvetli olan uruğlar vardır. Bun­lar o uruğu yok etmek için fırsat kollamaktadırlar. Ve er yada geç bir gün asabiyeti zayıflayan uruğu ortadan kaldıracaklardır. Ortadan kalkan yani devleti yıkılan uruğda asabiyet kalmamıştır. Aynı zamanda hakir ve zelil düşmüşlerdir.[7] Bu durumu İ. Haldun şöyle belirtiyor: "Bir uruğun hakir düşmesi ve başkalarına boyun eğmesi asabiyetin kaybolduğu­nun bir delilidir"[8]. Batılı figürlerin İslam coğrafyasındaki en önemli argümanları, Osmanlı’nın Arapları sömürdüğü, onları dikkate almayarak geri bıraktığı ve Arapları aşağıladığı yönündeydi. Bunları anlattıkları her Arap aşiretine, bağımsız bir devlet vaadinde de bulununca nifak tohumlarının hesap ettikleri gibi atmış olacaklardı.[9] Orta Doğu’da asabiyete dayalı cereyanlar, o günkü sınır çizicilerinin teşvikiyle sıkça olmuş, Allah’ın nizamı ve İslam kardeşliği unutularak asabiyete dayalı devletler kurulmuştur. Asabiyet ile dinin bağlarını gevşetmiş, yerine aşiret, kabile, mezhep ve kavim temellerine dayanan devletler kurulmuştur. Osmanlı coğrafyasında boşalan yerlere milli devletler kurularak, Osmanlı’nın 400 yıl huzur içerisinde yönettiği topraklar, acının eksik olmadığı askeri darbelerle karşı karşıya bir coğrafyaya dönüşmüştür.

Türk dış politikası söz konusu olduğunda Batılı devletlerin geleneksel bir biçim­de müttefik olarak kabul edildikleri görülmektedir. Dahası, bu ilişkinin sosyal ontolojisi ve dolayısıyla tarihselliği göz ardı edilmektedir. Bir dönem yüzünü Batı’ya dönen Türkiye, Orta Doğu’yu görmezden gelmiştir. Zamanla bu tutumunu gevşeterek çok boyutlu bir dış politika yönelimi kazanan Türk dış politikası, kritik dönem­lerde başarısızlığa maruz kalmaya devam etmiştir.[10] Batı ile ittifak ilişkisinin ge­reği olan ve karşılığını yeterince göremeyen Türkiye, ortak bir medeniyet geçmişine sahip olduğu Orta Doğu ülkeleriyle arasındaki ortak kimlik birikiminden de isti­fade edemeyerek uluslararası arenada çıkarlarını savunmak konusunda ihtiyaç duyduğu destekten mahrum kalmıştır. Bugün ise Yeni Dünya düzeninde artık yeni stratejiler, hesaplar, öngörüler denenmekte, eli kana bulaşmış ülkelerin yaptıkları planların devre dışı kaldığı görülmektedir. 1.7 milyar nüfuslu Müslümanlar, kendi kaderlerini bu dış güçlere teslim etmeyecektir. Arap uyanışı ile ortaya çıkan demok­rasi talebi, ortak medeniyet geçmişiyle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye’ye böl­ge ülkeleriyle yeni bir asabiye geliştirme imkanı sunmaktadır. Türkiye ve bölge ülkelerinde demokrasinin gelişmesi, her ne kadar Batı’daki bazı kesimlerin çıkarları aleyhine sonuçlar doğursa da, açık bir güç mücadelesinden daha ziyade gerçekleştirilebilir bir seçenek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da Türkiye’ye, or­tak medeniyet geçmişine ve demokratik ilkelere dayalı bir bölgesel politika geliş­tirerek bölge ülkeleriyle yeni bir asabiye kurma imkanı vermektedir. Orta Doğu’nun kronik sorunu olan İsrail-Filistin anlaşmazlığı, taraflar ve duruma müdahil olan devletler açısından bir “sömürü” aracı haline gelmiştir. ABD ne zaman söz konusu bölgeye yönelik bir açılım yapmak istese veya geçmişte Irak, şimdi ise İran örneğinde olduğu gibi bölgede bir devlete karşı harekete geçmek istese, hemen İsrail-Filistin anlaşmazlığını masaya getirme çabası içine girmektedir.[11] Orta Doğu bağlamında değerlendirildiğinde dini jeopolitik, daha ziyade Filistin-İsrail sorunu ve Kudüs özelinde anılmaktadır. Bu durum Hristiyanlık, İslamiyet ve Yahudilik açısından kendine özgü bir dinamizme sahiptir. Paralel şekilde, Orta Doğu, Şii Hilali olarak bilinen alanı da içermekte ve bu alanda bir dini-politik eksen kurgulanmaya çalışılmaktadır. İnanç-merkezli yaklaşımların çoğu kez iç-içe geçtiği Orta Doğu coğrafyasında bu anlamda bir kutsallar mücadelesinden de söz etmek mümkündür. İslam toplumları, asabiyet duygularından ötürü, günümüzde varlığını tehdit edecek boyutta derin krizlerle yüz yüzedir. İslam coğrafyasını dizayn eden o günkü emperyalist güç, özellikle sınırları çizerken kavmi çatışmaları körükleyecek, milli duyguları yükseltecek, mezhepsel ayrışımı artıracak fikirsel alt yapıyı da oluşturmuştur. Bugün Orta Doğu’da barışı planlayanların her ne hikmetse daha çok çözümsüzlük adına bir takım projeler ürettiği görülmektedir. İslam, Arap toplumlarında "kabile kardeşliği, hısım birlikteliği" kavramının yerine "din kardeşliği" kavramını yerleştirmiştir. Asabiyet; grup hissi, hizip duygusu, cemaat dayanışması, belli grup üyelerini birbirine bağlayan manevi rabıta, birlik şuuru gibi şekillerde görülmesi halinde çok daha geniş uygulama alanları bulabilmekte, milli topluluklara bağlı kalmamaktadır.[12] Mesela, belirli din, mezhep ve ideolojilere bağlı olan fertler, asabiyet bağı ile birbirine bağlanarak, diğer din, mezhep ve ideoloji sahiplerine karşı birbiriyle bütünleşmiş bir toplum olarak ortaya çıkmakta, asabiyet şuuru ile varlıklarını devam ettirmektedirler. Bu sebeple asabiyeti, sadece kavmi tesanüt olarak değil, aynı zamanda ideoloji ve din tesanütü (dayanışma, birliktelik) şeklinde görmek gerekir. Yoksa kavmiyetçilik ya da onun izlerini taşıma düşüncesi İslam’da kesinlikle yasaklanmıştı.

Orta Doğu bölgesi, emperyalist devletlerin kontrolünden çıkıp bağımsızlığa geçtikten sonra öncelikle ekonomik yapıyı ele almıştır. Uzun süre yabancı güçlerin kontrolünde olan üretim faktörlerini millileştirme çalışmalarına başlanmıştır.[13] İlk zamanlar tepkilerin yoğunluğu dolayısıyla hızlı ve istikrarlı işleyen bu süreç, sonraları yavaşlamış ve durmuştur. Böylece, yabancı sermaye ve dış güçler tekrar bölge içine sızmayı başarmış ve koloniyel dönemdeki gibi olmasa da etkilerini yönetici elitler yoluyla yerleştirmişlerdir. Günümüzde ise din olgusu, modernitenin eleştirilmesi ile birlikte bir canlanma dönemi yaşamaktadır. Tüm dünyada dinsel hareketlerin yeniden görünürlük kazanmaları ve dini kimliklerin ön plana çıkması yeni dünya düzeninin bir özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Komünist bloğun çöküşü ile birlikte uluslararası siyasetin din üzerinden yeniden tanımlanması ve terörizmle ilişkilendirilmesi ortaya çıkmıştır. Terörün küreselleşmesi ile birlikte daha farklı bir boyut alması, uluslararası alanda devletleri tehdit eden bir olgu olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. Yeni Dünya düzenindeki bu durum, Orta Doğu’da tekrardan asabiye ruhunun canlanması tetikleyecektir.

 


 

 

[1] Mukaddime, C: II, s. 97

[2] Mukaddime, C: I, s. 463

[3] Yumuk R, İ.Haldun’un Devlet Görüşü “Makale” 

[4] Mahmoud Dhaouadi, “Ibn Khaldun: The Founding Father of Eastern Sociology”, International Sociology 1990 5: 319.

5 Mukaddime, C: II, s. 120

6 Mukaddime, C: I, s. 354

[7] Apak, Adem, "Şuûbiyye Hareketinin Tarihi Arka Planı ve Tezahürleri: Asabiyyeden Şuûbiyyeye

[8] Mukaddime, C: I. S. 358

[9] İslam Felsefesi, Ord. Prof. H.Z. Ülken. Selçuk Yay. 2. bas. (tarihsiz) Ankara, s. 235

[10] Yumuk R, İ. Haldun’un Devlet Görüşü “Makale”

[11] Şahin M, Bitmeyen Senfoni: Ortadoğu Barış Süreci, Orsam, Ekim10, Cilt2, Sayı 22

[12] Mukaddime, C: I, s. 463

[13] Fawaz Gerges, "Ortadoğu Uluslararası İlişkiler Çalışmaları: Tarih, Teori ve Metodoloji Üzerine Bir Haşiye," BSVBülten, 2013, sy. 82, ss.12-14.